FEZ
Mevlay İdris’de yediğimiz yemek
sonrası hedefimiz Fez kenti. Fez yolu Meknes kentinin içinden geçiyor, Meknes’de
oyalanmadan Fez’e varıyoruz. Burada yazmadan gene geçemeyeceğim, kullandığımız
kiralık FAS haritası yüklediğimiz GPS aletimiz bizi eliyle bulmuş gibi
otelimizin yakınındaki genel otoparka saat 16:00 gibi götürüyor.
Otelimiz Fez kentinin medinasında
yer aldığından aracımızı otele en yakın noktada park etme zorunluluğumuz var.
Buradaki park yerini, daha seyahate çıkmadan otelimizin sahibi detaylı olarak
bildirdiğinden olacak, biraz da Google Earth çalışarak ve navigasyon aletimizde
programlayarak buluyoruz.
Daha Fez’e girmeden varoşlarında
motorlu rehberler sizi taciz edercesine yanınıza yaklaşıp otel, lokanta gibi
yerlere götürebileceklerini söylemek için trafik içinde yol alırken tehlikeli
bir şekilde yanaşarak tekliflerde bulunmaktan hiç korkmuyorlar.
Uzatmayalım, park yerine
geldiğimizde oteli arıyoruz ( Otel sahibi bir İngiliz, bizi daha Türkiye’deyken
otelde yer ayırtmamızla birlikte detaylı mailler atarak aydınlatmıştı, bizden
parka geldiğinde oteli aramamızı, bir çalışan göndereceğini belirtmişti. ) 10
dakika sonra genç, temiz yüzlü bir Fas’lı yanımıza geliyor ve akıcı
İngilizcesiyle bizim valizlerimizde taşımamızda yardımcı olarak Medinanın dar
sokaklarına bizi sokuyor ve otelimize doğru hep beraber yürüyoruz.
Rabat’ta medina içindeki souklara
girmiş olsak da buradaki medina çok muhteşem ve oldukça da hareketli bir yer,
alışveriş bütün hızıyla sürmekte. 10 dakika kadar dar medina sokaklarında
kalabalık arasında yürüdükten, yürürken de aval, aval etrafımızı incelerken dar
bir sokağa sapıyoruz.
Buradan sonra souk içinden çıkmış
oluyoruz. Dar dediysem bayağı dar bir sokağa sapıyoruz. İki insan birbirne
ancak sürtünerek geçebilecek kadar dar bir sokak üzerinde 30 – 40 metre
yürüdükten sonra bir kapı önünde duruyoruz. Sonradan öğrendiğimize göre bu
otelde hem Müdürlük, hem satın almacı, Hem ön büro Müdürü olarak görev yapan
çocuk kapıyı açıyor ve anahtarını da bize teslim ederek bizi içeri alıyor.
Geldiğimiz yer eski bir Fas evi,
ortada genişçe bir avlu ve etrafı 3 kat odalarla çevrili, avluya bakan oda
camlarında nadide ağaç ve demir işçilikleri ile bezenmiş harika bir ev. Otelde
konaklayan, bizden başka bir aile daha var.
Otelimiz zaten 4 odası bulunan
butik otel olduğundan gürültülü ve kalabalık olmaması çok hoşumuza gidiyor.
Otel sahibinin de bize mail yoluyla otel ve çevre kuralları ile ilgili
aydınlatıcı bilgiler vermiş olması, gelen misafirlerin sessizlik kuralına
peşinen uymayı kabul etmiş oldukları anlamına geliyor.
Otel sahibi, yanında 6-7
yaşlarında kızıyla bizi sıcak bir şekilde karşılıyor ve oteli gezdirmeye
başlıyor. Kendisi İngiltere’den 7-8 sene
önce gelmiş ve bu eski evi alarak tadilat yaptırarak otel olarak çalıştırmaya
başlamış.
Dediğine göre eskiden içinde
olduğumuz otel ve medina içindeki evler zenginlerin yaşadığı bir yer iken
Fransızların insanları, eski şehirlerin yakınında kurdukları yeni şehirlerde
yaşamaya özendirince bu evler zaman içinde yoksulların yaşadığı bir yerler olmuş.
Evlerde oturanlar, tamir edemeyecek kadar yoksul insanlar olduklarından
buraları yavaş, yavaş, kullanılamaz hale gelmiş ve zamanla terk edilmiş.
1981 senesinde UNESCO tarafından
dünya mirası statüsüne dahil edilmiş ve koruma altına alınmış. Bu arada yerel
kaynaklardan duyduğuma göre medina içinde 10 binin üzerinde dükkan bulunmakta.
Koruma altına alınan medinada, evler el
değiştirmeye ve tadil edilmeye başlanmış, çok sayıda yabancı buradan yerler
alarak yenilemişler. Bir kısmı oturmak bir kısmı ise otel olarak para kazanmak
maksadıyla evleri kullanmaya başlamışlar.
Biz de Dar el Menia adındaki bu
evlerden birinde 2 gece konaklayacaktık. Konuyu biraz dağıttık otel sahibinin
bizi gezdirdiği yerden devam edeyim. Oteli gezmeye en üst kattaki geniş
verandadan başlıyoruz. Bu verandalar evin üstünde yer alan hava alma yerleri
olarak da kullanılıyor.
Konuşma esnasında, evlerin
birbirleriyle bitişik ve sokakların daracık olması nedeniyle otelin
tefrişatında kullandığı buzdolabı, yatak v.s gibi eşyaları içeriye nasıl
soktuğunu sorduğumuzda, bize gülerek “ en geniş sokakta bulunan evin
verandasına çekilen eşyaları, malzemelerin bitişik olan teraslardan
geçirildiğini” anlattı.
Karşılıklı konuşmalar sırasında
bize hangi milletten olduğumuzu soruyor,
(Daha pasaportumuzu vermemiştik ama bizim İstanbul’dan geldiğimizi
biliyordu ) Turkiye’den geldiğimizi söylediğimizde “Biliyorum ama hangi ülke
vatandaşısınız “ diye ısrar ediyor, bizim pasaportlarımız gördüğünde Türk
olduğumuza inanıyor.
Odamıza yerleşmemiz sonrası yarım
saat kadar dinleniyor odamızı inceliyoruz. İnanılmaz etkiliyor odanın mimarisi
ve döşenmesi. Masal gibi, her detayı inceliyorum.
Saat 17:30 gibi dışarıya eski
kentin dar ve kalabalık sokaklarına kendimizi atıyoruz. Hava yavaş yavaş
kararmaya hazırlanmakta, güneşin son dakikaları …. Fez medinası düz bir
coğrafyada kurulmamış, oldukça yüksek yokuşları olan inişli çıkışlı bir
topografyaya sahip. Yavaşça yokuş yukarı yürümeye başlıyoruz.
Dükkanların hemen hepsi 10 metre
kare kadar büyüklükteler. Yol boyunca insanlar cıvıl cıvıl alışverişteler. Bazı
dükkanlardan müzik sesleri oldukça
yüksek volümle gelmekte ve dükkancılar bizim turist olduğumuzu anladıklarından
hemen hepsi bizi içeriye davet edip duruyorlar.
Biraz dolaştıktan sonra otelimize
geri dönüyoruz ve akşam içkilerimizi yanımızda getirdiğimiz şişeleri açarak
alıyoruz. Ben yanımda litrelik bir yeni rakı, Eşim ise litrelik viskilerimizi,
İstanbul’dan gelirken alıyoruz ve sırt çantalarımızda getiriyoruz.
İlk gece, otel sahibinin tavsiye
ettiği, bize de yürüyerek 5 – 6 dakikalık mesafede olan, bir insan
genişliğindeki bir yoldan geçilerek gidilen Cafe Clock adlı bir yerde yemek
yiyoruz. Çok modern bir yer. Yerli yabancı bir sürü müşterisi olan,
kalabalıktan anladığımız kadarıyla tutulan bir yer burası.
Akşam yemeğimiz sonrası otelimize
dönerken küçük birkaç alışveriş yapıyor ve uykuya çekiliyoruz.
Ertesi sabah saat 08:00 gibi
uyanıyor ve üst kattaki ( Çatıdaki ) verandadaki kahvaltıya çıkıyoruz. Diğer
Fransız çift de oradalar uzunca bir masaya bizde oturuyoruz ve tüm otel
müşterileri hep beraber kahvaltımızı yapıyoruz.
Kahvaltı sonrası bu sefer yokuş
aşağıya doğru yürümeye başlıyoruz. Kasım
ayı olmasına rağmen oldukça Sıçak ve rutubetli bir yer olan Fas, bizi sıcak
yanında rutubet faktörünü de yanına alarak Fez kentinde de ter içinde bırakmaya
başlıyor. Buraya gelirken 6 ay önce mart ayında Lübnan deneyiminde
bulunduğumuzdan ve orada kara saplandığımızdan, Fas’ın da bu kadar sıcak
olacağını düşünememiştik, Essaouira da giymeyi planladığımız keten gömlekleri
erken çıkartıyoruz, bavulda 2-3 adet kazak konu mankeni olarak bizle gelip
tekrar geri dönüyor. Elimizde otelin köşesindeki bakkaldan aldığımız medina
haritası yavaş yavaş etrafımızı inceleyerek gezmeye başlıyoruz.
Önümüzde koca bir gün var ve biz
de bu günü haritadan bakarak ikiye bölüyoruz. Önce hedefimiz meşhur Fez
çömlekleri sonra demirciler çarşısı ve dericileri gezmek oluyor. Öğlen sonrası
ise dün yukarıda kalan gezmediğimiz yerleri ve ikinci büyük alışveriş caddesi
olan Tala-a sghira caddesinde dolaşmak olacak. Biz dün akşam ve bugün sabah en
büyük alışveriş caddesi olan Tala-a kbira’da dolaşıyoruz. Yokuşun azaldığı bir
yerde sokak aralarından bir açık hava hanına giriyoruz, etrafımızda Türkiye’de
de satılan çömleklerin satıldığı dükkanlar doldurmuş sağımıza solumuza
bakınıyoruz. Bizim turis olduğumuzu anlayan ama davet etmeyen yegâne dükkana
ilerliyoruz. Biraz laflayıp konuştuktan sonra alışveriş başlıyor. Çok güzel
parçaları buranın % 10 fiyatına uzun
pazarlıklar sonucu alıyoruz, adam bir de yapışkan çıkıyor, kardeşleri ilan
ediyor bizi güldürüyor……
Çömlek alımı sonrası biraz daha
aşağıya, demir ve bakırcıların imalat ve satış yerleri olan küçük bir
meydancığa geliyoruz.
Demir ve bakır döven ustaların çıkardıkları sesler her
tarafımızda, acip güzel bir atmosfer var burada. Madeni eşya satanları dolaşmak
üzereyken yanımıza bir genç yaklaşıyor ve dericilere bizi götürebileceğini
söylüyor, sevgiliyle kısa bir görüş alışverişi sonrası çocuğa 10 dm (Yaklaşık 1
euro ) ödeme karşılığı anlaşıyoruz. Burada izinsiz rehberlik yapmak suç
olduğundan, çocuk bizim önümüzde, biz onun arkasında geçtiğimiz yerleri kafamıza
kazıyarak yürüyoruz. 15 – 20 dakikalık bir dolambaçlı yürüyüş sonrası
dericilerin toplandığı bir yere geliyoruz.
Bulanık ve yüksek hızla akan bir
büyükçe bir derenin üzerinden geçiyoruz ve yüksek, yan yana binalardan birine
yönlendiriliyoruz. Bizi bu binada başka bir adam karşılıyor ve yukarıya doğru
çıkartmadan önce ikimize de birer demet nane veriyor. Binanın dördüncü katına
çıkan dar merdivenden ter içinde çıkıyoruz, her katta bir deri mağazası var.
Binanın terasına çıkıyoruz ve
orada neden bize birer demet nanenin verildiğini anlıyoruz. Tarifi olmayacak
kadar iğrenç bir koku, inanılmaz mide bulandırıcı bir şey. Aşağıya baktığımızda
kocaman bir avlu diye tabir edeceğim boşluğu görüyoruz, çok geniş bir mekan ve
burada derileri tabaklıyorlar, orada çalışmanın pek hoş olmadığını düşünmekten
alamıyorum kendimi.
Bizim Türkiye’den geldiğimizi
öğrendiklerinde bizle ilgili pek iştahları kalmıyor ve bize sizin derileriniz
bizimkilerden daha iyi itirafında bulunuyorlar.
Çıkışta geldiğimiz yollardan geri
dönüyor ve demirciler çarşısında önce bir cafe de oturuyor ve serinlemek için
bir şeyler içiyoruz, etrafımızdaki turistleri ve dükkanları gözlüyoruz.
Biraz da orada alış veriş yapıyor
ve çok güzel mumluklar alıyoruz. Saat 14:00 gibi otelimize dönüyoruz. Biraz
nefeslendikten bir saat sonra tekrar yollara düşüyoruz. Otele dönerken yokuş
çıktığımızdan olacak oldukça yoruluyoruz.
Bu sefer yönümüz dün olduğu gibi
yokuş yukarı doğru Tala-a Kbira caddesinin en üst noktası ve daha kendi
halindeki Tala-a Sghira caddesini dolaşmak. Gündüz 15:00 gibi buralarda siesta
yapılıyor bu yüzden dükkanların bir kısmı kapalı olduklarından sakin bir gezi
bizi bekliyor. Bab Boujloud kapısına geliyor ve çevredeki kahvelerden birine
giriyoruz, amacımız meşhur nane çaylarından birer bardak içmek, hem de
soluklanmak. Geldiğimiz kahvede Coca Cola’nın eşantiyonu olan markalı ayna çok
hoşumuza gidiyor.
Biraz dinlendikten ve etrafın
resimlerini çektikten sonra Tala-a Sghira’yı adımlamaya başlıyoruz. Bu cadde
bizim otelin yakınında yer alan cadde olan Tala-a Kbira’dan daha kendi halinde
ve çok da turistik değil. Daha çok yerli müşterilere hitap ediyormuş gibi
geliyor bize. Birkaç saatlik yürüyüş sonrası otelimize geri dönüyoruz ve akşam
yemeği için yöresel bir lokantada yer ayırtıyoruz.
Akşam saat 19:00 gibi yer
ayırttığımız lokantanın personeli otele geliyor ve bizi lokantaya götürüyor.
Biz harita da olsa tek başımıza imkanı yok bulamazmışız diyeceğimiz mesafede ve
karma karışık dehliz gibi yollardan gidilen bu lokantaya rehberimiz sayesinde
20 dakika kadar yürüdükten sonra varıyoruz.
Lokanta kocaman bir evden bozma
bir yer. Sahibi bir aile ve sonradan öğreniyoruz ki lokantanın çok çocuklu
yaşlı sahibinin çocuklarından biri. Bize yaşlı babanın oğullarının birinin eşi
bakıyor. Kadın çok konuşkan ve yardımsever, ezberlediği şeyleri ezbere herkese
söylüyor. Her yeni müşteri masaya oturduğunda bozuk İngilizcesiyle menüyü
anlatmasını, Ayşegül’le beraber gülümseyerek dinliyoruz.
Yemeğimizi saat 21:30 gibi
bitiriyoruz ve otele dönmek için kalıyoruz. Bizi kapıdan yalnız başımıza
çıkartmıyorlar ve bize sizi getiren personelimiz geri götürecek 10 dakika
beklemeniz lazım diyorlar. Benim yolu gelirken gözlemledim geri gidebiliriz
dememe rağmen firma kuralı olarak müşterilerini getirdikleri gibi geri götürdüklerini
bildiriyorlar.
Çaresiz bekliyoruz, birazda
beklemenin ve adam tarafından geri götürülmenin daha doğru olacağı hissiyle. Bu
arada lokantanın Fas Arapçasından başka bir dil bilmeyen yaşlı sahibiyle
konuşuyoruz, daha doğrusu çabalıyoruz ama bu evin eskiden Yahudilere ait bir ev
olduğunu anlayabiliyoruz.
SABAH ERKEN SAATLERDE MEDİNA CADDELERİNDE EŞŞEKLİ ÇÖP ARABALARI DOLAŞMAKTAYDI.
Gene dolana dolana Otelimize
varıyoruz. Sabah çok erken saatte kalkıp çok uzun bir mesafeye gideceğiz, önce
( Şefşahun )Chefchaouen kasabası sonrada ( Tanca )Tanger hedefimiz.